Tuesday, November 06, 2007

"Bakan Bey öyle konuşacağına keşke beni alnımdan vursaydı"

PKK'nın bıraktığı 8 askerden Fatih Atakul'un annesi konuştu. 

Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin'in, "Türk Silahlı Kuvvetleri'nin hiçbir mensubu böyle bir duruma düşmemeliydi. O gece o teröristlerle birlikte gitmiş olmalarını içime sindiremedim. Kurtulmuş olmalarından fazla sevinç duymadım" açıklamasına, rehin alınan askerlerden Denizlili piyade er Fatih Atakul'un annesi Aynur Atakul sert tepki gösterdi. DHA'ya evinde konuşan Aynur Atakul, "Bakan Bey, öyle konuşacağına keşke beni alnımdan vursaydı" dedi.

Oğlunu davul zurnayla askere yolladığını belirten Aynur Atakul, "Şehit olsaydı, `Bu vatan için öldü' diyecektim. Oğlum esir düştü diye bizim ve oğlumuzun onuruyla neden oynanıyor? Kurtulduğuna çok sevinmiştik. Ama Bakan Mehmet Ali Şahin'in açıklamalarından sonra yıkıldık. Biz onurlu insanlarız. Ben oğlumu büyük bir gururla askere gönderdim. Ölseydi daha mı iyi olacaktı? Aylardır oğlum ve diğer askerler için dua ediyorum. Oralarda asıl ölenler analar. Şehitler için bir iki gün gözyaşı dökülüyor o kadar. Analar öyle mi? Konuşmak bakana kolay geliyor. Benim anam öldü, beni öldürseler de fark etmez. Ama benim oğlumun anası yaşıyor" diye konuştu.

Aynur Atakul, oy verdiği AKP'nin bir bakanının bu şekilde konuşmasının kendini yıktığını söyledi. Anne Atakul, oğlunun bronşit hastalığı olduğunu, askere gitmeden önce bu rahatsızlığını ne şubesine, ne askerde komutanlarına söylemediğini sözlerine ekleyerek, "Binlerce ana her gün ağlıyor. Elbette çocuklarımızı bu vatan için yetiştirdik, ama ölmediler diye onurumuzla oynanmasını hazmedemiyorum. Benim çocuğum ölseydi Bakan Bey sevinecek miydi?" dedi.

Vatan, 6 Kasım 2007

Monday, November 05, 2007

Savaş Esirleri

Yıldırım Türker geçen Pazartesi Sekiz Genç Esir başlıklı bir yazı yazmıştı. Okumamış olan herkese şiddetle tavsiye ederim.

Savaş esirleri, o gencecik çocuklar, dün serbest bırakıldı. Derin bir nefes aldık, çok şükür dedik, sağ salim döndüklerine sevindik. Yani bazılarımız sevindi. Hürriyet'in haberine göre Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin sevinmemiş.

Gazetecilerin sorularını yanıtlayan Şahin, Dağlıca'daki terörist saldırı sonrası kaçırılan 8 askerin Türkiye'ye getirilmesiyle ilgili sorular üzerine şunları söyledi: "Öncelikle askerlerimizin, Türk Silahlı Kuvvetleri mensuplarının herhangi birinin ya da bir bölümünün bölücü terör örgütünün eline geçmiş olmasından Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak büyük üzüntü duyduğumu belirtmeliyim. Türk Silahlı Kuvvetleri'nin hiçbir mensubu böyle bir duruma düşmemeliydi. Dolayısıyla kendilerinin kurtulmuş olmasından fazla bir sevinç duyamadığımı ifade etmek istiyorum. Bu benim kişisel değerlendirmemdir."

Bakan Şahin, törenden ayrılırken bir gazetecinin, "8 askerle ilgili sözlerinizi biraz açabilir misiniz" sorusu üzerine, "Ben bu askerlerimizin operasyonla ilgili o gece bu teröristlerle birlikte gitmiş olmasını bir Türk vatandaşı olarak içime sindiremedim" ifadelerini kullandı.

Askerlerin kaçırıldığı yönündeki haberlerin hatırlatılması ve "Kaçırılmadılar da teslim mi oldular" diye sorulması üzerine ise Şahin şu yanıtı verdi: "Hayır. Böyle bir beyanda bulunamam. Bir Türk askerinin birkaç tane çapulcuyla birlikte gitmiş olduğu gibi bir izlenim beni rahatsız etti. O nedenle terör örgütünün propagandasına zemin hazırlandı. Bizim askerimiz, bizim Mehmetçiğimiz vatanı korurken gerektiğinde her an şehit olmayı göze alan bir askerdir. Tabii onların şu anda yurda dönmüş olmaları ailelerini, kendilerini mutlu etmiştir, vatandaşlarımız da bundan memnuniyet duymuş olabilirler ama benim içimde böyle bir ukde kaldı. Bunu sizlerle paylaştım. Bu benim Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak bu olaylarla ilgili bir değerlendirmemdir."

Sekiz genç insan. Sekiz tane hayat. Bu insanların herbirinden birer tane var evrende, başka yok. Yedekleri yok, klonları yok. Onlar öldüğünde yerlerinde doldurulmaz bir boşluk kalacak.

Şehit değil esir oldukları için bakan bey tarafından birkaç kolay kelimeyle gözden ve gönülden çıkarılan bu çocukların adları da var: Ramazan Yüce, İrfan Beyaz, Mehmet Şenkul, Nihat Başova, İlhami Demir, Fatih Atakul, Halis Tan, Özhan Şabanoğlu. Bakan Şahin "Mehmetçikler şehit düşmedi" diye üzüledursun, ben Ramazan, Fatih, İrfan, İlhami, Halis, Nihat, Mehmet ve Özhan kurtuldu diye, ailelerine kavuştular, bayrağa sarılı birer tabut olarak evlerine dönmediler diye çok seviniyorum.

Thursday, November 01, 2007

Sarhoşluk baki değil...

Çok sevilen bir anekdot vardır, muhtemelen bilirsiniz. Elizabeth Braddock adlı bir milletvekili Winston Churchill'e der ki, "Sir, siz sarhoşsunuz." "Evet Madam," der Sir Winston, "Ben sarhoşum. Ve siz de çirkinsiniz. Ama ben yarın sabah ayılmış olacağım."

Peki sevgili dostlarım, ben bu bin yıllık anekdotu neden anlattım şimdi? Hiç işte, öylesine aklıma geldi, ruhu çirkin bazı insanları düşünürken. Yaa...

Oray Eğin ve yanılgılar

Bunca zamandır okuyorum, yaptığı türlü tuhaflıkları "aman ne orijinal, ne cesurca, ne farklı" diye geçiştirmeye çalışıyorum; ama bugünkü yazısını okuduktan sonra kabul ederim ve cümle aleme (yani bu blogu okuyup da sağolsunlar durmadan bana "feedback" veren sevgili dostlarıma) ilan ederim ki, ben yanılmışım, siz haklıymışsınız. Oray Eğin sonuçta aranızdan birinin ısrarla söylediği gibi "bitter and twisted" birisiymiş. Hatamı kabul eder, siz sevgili ve benden akıllı dostlarıma en kısa zamanda birer içki ısmarlamayı vadederim.

Monday, October 29, 2007

"Hakikaten bunları da alın askere!!"

Bu Çığırtkanlar çok heveskârlar.
Şööyle hızlandırılmış üç haftalık eğitimlerle filan, bunlardan harekâtlarımızda, bizzat sahada, yararlanamaz mıyız yani? Dere tepe? Süper 1 Gönüllüler Ordusu Yaşar Paşam? Çok Ünlü Kişiler'den oluşan?
Ben de hem fikir vermenin sevindirikliğiyle, hem de Bu Savaşmaya Doyurulamayanlar Çorbası'nda tuzum olsun diye kendilerine 'Mantık' ve 'Nizam' dersleri vermeye hazırım hızlandırılmış eğitimleri süresince.
'Vicdan' diyorduk, 'empati', 'adalet duygusu' daha neler, neler. 'Sulh' filan hani. 'Evlat acısı'. Beyhude.
Onun bunun çocuğunun kanını kadeh kadeh içmelere doyamamak, tanımadığın evlere düşen ateş'ten kahramanlık manzumeleri attırmak kolay mı kolay. Basith mi bayağı.
Buyur; bizzat Sn. Savaş Borazancısı, seni de yollayıverelim askere. Git al cephenin ölçüsünü. Duy ölümün kokusunu. Burnunun direğinde.

Perihan Mağden, Radikal, 28 Ekim 2007

Saturday, October 27, 2007

"Barış gazeteciliğinin zamanıdır"

Şimdi bu ülkenin yoksullarının birbirine kırdırıldığı lanetli bir mevsimden bir türlü geçemiyoruz.
Hakkari'de öldürülen gençlerin ardakalan fotograflarına bakarken burnumuzun direğini sızlatan, yüreğimizi mengene gibi sıkan bir şey de yüzlerindeki taşra-varoş masumiyeti. Yoksul ana-babalarının kınalı kuzuları. Kavruk melekler.
Esir alınan askerlerden birinin anası Kürtçe yakarıyor. 'Ben onu limon bahçelerinde büyüttüm' diye. Bir diğeri Arapça konuşuyor.
Dünyanın nimetlerine hep uzaktan, kapı aralığından bakarak yaşamış, çocuğunu büyütebilmek için başkalarının yükünü taşımış, mal gibi kamyonlara yüklenip tarım köleliği yapmış insanlar.
Onların canlarıyla kabadayılık yapan, kapıldıkları milli galeyanının sopası olarak o kavruk çocukları misliyle feda etmeye hazır insanların çığırtkanlığı karşısında sakin ama kararlı durmak zorundayız.
Onlar artık PKK hedefini de genişletip hazır Kuzey Irak'a girmişken Barzani'nin kellesini de istiyorlar. Türk'ün gücünü dünyaya göstermenin zamanı geldiğine inanıyorlar.
Güçten anladıkları memleketin her yanındaki müstakbel şehitler, korku, yılgınlık ve yoksulluğun daha beteri. (...)

Aynı memleketi paylaşan insanları birbirlerine karşı kışkırtan, dünyaya ve Kürtlere bir ders vermenin yararlarından dem vuran medyamızın başındakilerin gazeteciliğin ilkelerini bir kez daha gözden geçirmesi gerekiyor. Hem de hiç vakit kaybetmeden. Biliyoruz ve kaydediyoruz; yaptıkları, Güneydoğu'dan ölüm haberleri gelir gelmez sokakları dolduran kavruk bayrak satıcılarının girişimciliği kadar masum değil.

Barış gazeteciliğinin zamanıdır

Yıldırım Türker, Radikal, 28 Ekim 2007

Friday, October 26, 2007

Ölü PKK'lı fotografları aranıyor!

Halk öldürülen PKK’lıların fotoğraflarını görmek istiyor. Bunlar can havliyle kaçarken bütün ölülerini, bir tane bırakmadan nasıl taşıyabiliyorlar, yok mu bir fotoğraf şehit analarına gösterecek?

Ruhat Mengi, Vatan, 26 Ekim 2007

Fotograf yetmez Ruhat Hanım, bence PKK'lıların cenazelerini (siz "leş" demeyi tercih edersiniz herhalde) getirip Taksim meydanında sergilesinler, siz de gidip tekmeleyin ölmüş insanları, ne bileyim tükürün filan, belki o zaman içiniz soğur. Onların anaları yok tabii; onlar ağaç kovuğundan çıkmışlar.

Allah'ım sen aklımı koru! Toplumsal cinnet tam da bu işte.

Aynı minvalde, geçen gün de Serdar Turgut şöyle yazıyordu:

İçinde bulunduğumuz koşullar gayri-nizami savaş koşullarıdır. O yüzden bazı kuralları geçici de olsa bir yana bırakmak, askıya almak gerekiyor. (...) bu kadar fazla şehit verdikten ve üstüne üstlük askerimiz kaçırıldıktan sonra buna hakkımız da doğdu. O nedenle Avrupa ne der diye sızlanacaklar hiç üzülmesinler. (...) Bugün dokunulmazlık sağlanmış, devlet güvencesi verilmiş tercrübeli insanların savaş bölgesine gönderilmesi zamanıdır. Acı verene acı vermek gerekiyor. Dolayısıyla acımasız insanlara ihtiyaç var. Bu insanlardan devletin elinde mutlaka olması gerekir. Ordu sorumluluğunu almadan onları operasyona çıkarmalıyız, insan hakları ve acıma duyguları karşı tarafın hareketleri nedeniyle ortadan kalkmıştır. (...) Onu yaparsak şu ne der, bu ayıp mı olur diye düşünemeyecek ortamdayız. Türkiye'de gerekeni acımasızca yapacak, teröristin kalbine korku saçacak savaşçılar vardır. (...) Sonra konuşan çıkarsa onlar da bir şekilde cevaplanır veya cevaplanmaz pek önemli değil. (...)
Türk insanı bazı kuralların yeniden yazılmasına destek vermeye hazır. Kanun biziz diyeceğiz yani. Tecrübeli eski kadrolara sorun ne yapılması gerektiğini, çağırın hepsini devlet görevine ve koruyun onları. Hepsi seve seve koşarak gelirler.
Bu ülke o şehitlerin hesabını mutlaka sorar. Öyle ya da böyle.

Akşam, 23 Ekim 2007

Bu yazının Türkçesi şudur: Abdullah Çatlı, Mehmet Ali Ağca, Haluk Kırcı, Oral Çelik, Mahmut Yıldırım gibi, o kafadaki, o yapıdaki insanlara dokunulmazlık verelim ve o bölgeye gönderelim; onlar ne yapılacağını, PKK'yla nasıl başa çıkılacağını bilirler. Sonrası Allah kerim.

Ertuğrul Özkök, Ruhat Mengi, Serdar Turgut... Türk basınının üç önemli gazetesinin üç önemli yazarı. Cahil değiller, aptal değiller, ama onların da kafası böyle çalışıyor. Çoğunluk da onlarla aynı fikirde olduğuna göre, Türkiye'nin şu anda içinde bulunduğu durum hiç şaşırtıcı değil. Daha çok insan ölür, çok Türk, çok Kürt, çok genç ölür bu topraklarda. İki taraf da bu sorunu şiddetle çözmeye bu kadar kararlı oldukça, daha çok cenaze kalkar, çok ocak söner.

Tuesday, October 23, 2007

Yine de Şahlanıyor Amman Editör Başının Kır Atı

Üç beş F-16, otuz kırk sorti; neticesi yirmi yıl geriye gitmiş bir Kuzey Irak'tır.
Karşımıza Amerikan F-16'ları mı çıkacaktır?
Çıkarsa, onlar bilir.
Bir İran, artı bir Suriye...
Üzerine bir Rusya ekleyin.
Ta Afganistan'a kadar uzanan bir coğrafya çıkar karşınıza.
Buna, şimdi senden nefret eden eski arka bahçen Latin Amerika'yı ekle.
Kala kala, her olayda nötr kalan bir Avrupa...
Bunu sadece biz değil, 14 bin kilometre ötedeki Amerika da düşünmelidir.

Bunları söyleyen, bir kahvede ya da internet cafe'de atıp tutan sıradan bir kızgın vatandaş değil; Türkiye'nin en önemli gazetesinin genel yayın yönetmeni. 

Ertuğrul Özkök bir nedir ya? Aklı başında, okumuş-yazmış, dünya politikasından anlayan  bir insan nasıl bu lafları söyleyebilir? Hadi diyelim bir öfkeyle evinde, bir dost meclisinde filan söyledi. Kimbilir kaç kişinin okuyup ciddiye alacağı, ebediyen arşivlerde kalacak böyle bir yazıyı nasıl yazar?

Bilgisayarda oyun mu oynuyorsun be adam? İki düğmeye basıp sanal uçak gönderir gibi, nasıl rahat söylüyor: "üç beş F-16, otuz-kırk sorti". Kurşun asker mi gönderiyorsun Kuzey Irak'a? Hadi peki anladık, iki taraftan da ölecek insanlar umurunda değil; bu işin sonu gerçekten senin yazdığın gibi mi olur, yoksa Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en korkunç batağına mı saplanır, bunu hiç düşünmüyor musun?

Bugün de şöyle yazmış:

Ülkemiz artık savaş düzenindedir.
Savaş bize bir süre için gözyaşından başka bir şey vaat etmeyebilir.
Evlatlarımızı, yakınlarımızı kaybedebiliriz.
Katlanacağız.
Sabredeceğiz.
Türk’ün sabırla imtihanından muzaffer bir millet olarak çıkacağız.

Sanki Winston Churchill mübarek, bize sadece kan ve gözyaşı vadediyor.

Ertuğrul Özkök aptal bir adam değil, malum. Öyleyse bu deli saçması yazıları başka bir amaçla mı yazıyor? Niyeti bir sıkıyönetimi meşru göstermek, insanlara "bu hükümet terörle başa çıkamadı, iş askere kaldı, mecburen demokrasiyi bir süre askıya alacağız artık" dedirtmek mi? Bütün bu savaş çığırtkanlığının asıl amacı, "uzlaşın da başörtülü bir first lady'miz olmasın" diye o kadar ısrar edilip yine de söz dinlemeyen Ak Parti'den kurtulmak mı?

Yine de şahlanıyor aman
Editör Başının yandım da kır atı
Görünüyor yandım aman
Bize serhat yolları
Görünüyor yandım aman
Bize sefer yolları

Monday, October 22, 2007

Bugün

İnsanın içi daralıyor. O kadar.

Monday, October 15, 2007

Ne şekeri ya?!

Mehmet Yakup Yılmaz Bey buyurmuşlar ki, "Şeker Bayramı"yla Ramazan Bayramı aynı şeymiş ve sadece gerici-dinci kafalar bu ayrıma dikkat edermiş.

Ne abuk sabuk isim, "Şeker Bayramı". Kurban Bayramına da "Et Bayramı" mı diyeceğiz? Hristiyan ülkelerde Noele "Çam Ağacı Bayramı", "Hindi Bayramı" filan gibi saçma sapan adlar takılıyor mu?

Beni asıl sinirlendiren, benim gibi Müslüman bile olmayan ve bunu açıklamaktan çekinmeyen insanların bu Müslümanlığı kimseye kaptırmayan "laik-Kemalist-liberal-eski solcu-yeni sağcı", yani ne idüğü belirsiz tiplere karşı İslam adetlerini savunmak zorunda kalması.

Kardeşim, Ramazan-mamazan sizin için önemli değilse, bayram sizin için sadece tatil demekse, şahsen benim için hiç sakıncası yok. Ergenlik yıllarımdan beri oruç tutmuş değilim, hayatımda tek bir rekat namaz kılmadım, hiç Arapça dua bilmem. Ama müsaadenizle, bu kutladığımız bayram dini bir bayramdır ve adı Ramazan Bayramıdır, onu bilirim. Bunun laiklikle, cumhuriyetle filan ilgisi yoktur, bu geleneksel bir isimdir. Eğer bu dini bayrama gıcıksanız kutlamazsınız; ama lütfeder, "siyaseten doğru"culuk yapar, çenenizi tutar, kimsenin inancına ve kutladığı bayrama da karışmazsınız. Çünkü medeniyet, demokrasi ve laiklik bunu gerektirir.

Sunday, October 07, 2007

Çok iğrenç

Resmen midem bulanıyor. Bu ne saçma sapan, ne anlamsız, ne seviyesiz bir tartışma biçimidir.

Yok Şerif Mardin'in konuşmak istemediği özel hayatı mıymış ona Ayşe Arman röportajındaki bazı sözleri söyleten, kimmiş acaba bu bahsetmek istemediği esrarengiz kadın, filanca olmasınmış; yok Ergun Özbudun hangi meslektaşıyla yıllardır evlilik dışı aşk yaşıyormuş haberimiz var mıymış...

Yani insaf be. Bu çamur atmaya, çirkefe bulaştırmaya çalıştığınız insanlar bu ülkenin en saygın, en üretken beyinleri arasında. Hadi diyelim onlara saldırmak için kendinize göre bir takım kifayetsiz muhteris nedenleriniz var; bu dört kişiyi karalamak için bula bula bacak arası meselelerini mi buldunuz? Bu kadar çirkinleşebilmek için kaç yıl uğraştınız?

Nur Çintay'ın dediği gibi,

Ama herkesin edep anlayışı başka.

Boğaziçi'nde hocam olan Nilüfer Göle anlatırdı: Mühendisler ve İdeoloji kitabını yazdığı zaman, "Nilüfer bir mühendise aşık oldu herhalde" yorumunu yapan süper-zekalar çıkmış. Bu kadar işte bazılarının ufku. İster sonradan olma laik, ister İslamcı, ister sözde liberal olsunlar: hamur aynı, anlayış aynı, üslup aynı. 

Wednesday, October 03, 2007

Vatan Sağolsun!

Gerçekten, Vatan Gazetesi sağolsun. Onlar haber yapmasa, ben Profesör Ahmet Ercan'ın web sitesindeki bu incileri nereden görecektim:

AHMET ERCAN KİMDİR ?

Prof. Dr. Övgün Ahmet ERCAN

Ben, Atatürkçü, ulusalcı, bilimgüder (laik) Egeli bir Türküm. (...)

Araştırma ile yayınlarımı profesör olduktan sonra olabildiğince Türkçe yayınladım, ulusum Türkçe konuştuğu için. Bu nedenle depremci arkadaşlarımda, neden İngilizce yapmıyor diye eleştiri koyarlar. Oysa depremler Londra’da değil İzmir’de, Gölcükte, Bingöl’de oluyor. 35 yıldır Türk dili araştırmaları yapıyorum. Bu konuda 3 sözlüğüm çıktı, 4.sü baskıda. Sigara, içki içmem.

Övgün, takma adımdır. Ahmet Arapça adımın Türkçesidir. 2004 yılından beri kullanıyorum.

ALIŞKANLIĞI

Sigara ve tütün ürünleri içmez ,içirtmez. Saydam çekimi, Ekinsel geziler, Dalında aydınlatıcı bildiri ile betik (kitap) yazma, konuşmalar verme. Türk dili araştırmaları yapma. Cumhuriyet Gazetesi okuma. Her gün 25 zeytin yeme. Sıkıldığında Beşiktaş-Üsküdar arası Boğaz’da motor gezisi yapma. Denizcilik İşletmelerinin gemileri ile İstanbul içi ve dışı geziye katılma. Adaları gezme, Balık pazarını dolaşma. Yemek yapma. İşini ertelemez. Başarısız kimselerle, çilim(sigara) ile içki içenlerle,Türklüğü yerenlerle arkadaşlık yapmaz. Ağaç dikmeyi, çiçek bakımını sever. Bağımsızlık yürüyüşünü söylemeyi çok sever. Katıksız Atatürkçüdür.

No comment!

Pardon, yorum var aslında: Türk diline bu kadar kafayı takmış sayın prof, "de"leri ayrı yazmayı ve kesme işaretini kullanmayı beceremiyor anlaşılan. (Bakınız yukardaki "depremci arkadaşlarımda" ve "Gölcükte" örnekleri.)

Bana müsaade, gideyim de göbek adım olan Zeynep'in Türkçesi neymiş, "betiklerden" araştırayım. (Web sitesine göre sayın profun "yazgaları" da varmış, onlardan da araştıracaktım ama, TDK'nın sözlüğü "yazga sözü bulunamadı" diye tersledi beni.) Ay ne o öyle banal banal Arap isimleri hakikaten, hiç yakışmıyor Atatürk Türkiyesi'ne. Çocuklarımıza böyle adlar takmaya devam edersek, değil Malezya, Suudi Arabistan bile, İran bile oluruz şekerim.

Bu arada, Mustafa Kemal'in Türkçesini bilen var mı?

Friday, August 17, 2007

Ne bu şimdi?

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Gül'ün eşinin baş örtüsü gerilim yaratır mı sorusu üzerine:
Hukuk devletinde yaşıyoruz. Düşünce, din, eğitim, örgütlenme özgürlüğü var. Ne bayanın ne bir erkeğin giyim kuşamını kimse kendi arzusuna göre şekillendiremez. Bir bayan nasıl ki başını açma hakkına sahipse, örtme hakkına da sahiptir.
Bir başbakan, bir cumhurbaşkanının milletvekilinin eşlerinin nasıl olacağına ilişkin anayasa açık net ortadadır. İşine geldiği zaman, "anam, teyzem böyle giyiniyor" diyorsunuz, söylemene gerek yok ki, anneni, nineni. Atatürk'ün eşine de bak, annesine de bak. Eğer örnek alacaksan Atatürk'ün eşine bakarsın, o da size ders olur.

Radikal, 16 Ağustos 2007

Allah Allah, buyrun burdan yakın şimdi. Latife Hanım, Mustafa Kemal'den 1925'de, daha şapka kanunu bile çıkmamışken boşanmadı mı? Cumhuriyetin birinci Başkanının karısı başını bağlıyorduysa, bu kendi seçimi değildi ki: Müslüman kadınlar örtünmek zorunda olduğu içindi. Boşandıktan sonra, Müslüman Türk kadınlarının isterlerse açık gezebildikleri dönemlerde çekilmiş hangi resimlerinde kapalıdır Latife Hanım? Hiçbirinde.

Başbakan bunu bilmiyor olabilir mi? Hiç sanmıyorum.

Ne bayanın ne bir erkeğin giyim kuşamını kimse kendi arzusuna göre şekillendiremez. Bir bayan nasıl ki başını açma hakkına sahipse, örtme hakkına da sahiptir.

Bu sözlere elbette, sonuna kadar katılıyorum. (Tiksindiğim "bayan" kelimesi hariç: kadın deyin, hanım deyin, ne derseniz deyin de n'olur "bayan" demeyin ya! Biz size "bay" diyor muyuz?) Ama bu lafların hemen ardından, "zaten ulu önderimizin eşi de başını örterdi, demek ki neymiş, başını örtmek örtmemekten daha iyiymiş" gibi acayip bir mantık yürütülünce, söylenenlerin ilk bölümü güme gidiyor işte. Bu mantığın neresinden tutalım ki?

Birincisi, Atatürk veya yakınları birşeyi yapıyordu diye bizim de yapmamız gerekmez. Herhalde Başbakan da böyle tuhaf bir Atatürk taklitçiliğine özenmiyor; yoksa her akşam rakı sofrasına oturup, sabahlara kadar kalkmaması, Sibel Can'ı çağırtıp gece yarıları şarkı söyletmesi ve oynatması gerekirdi. Öyle bir kocaya Latife Hanım pek uzun dayanamamış; Emine Hanım ne kadar dayanırdı bilemiyoruz.

İkincisi, Latife Hanım başını örtmeyi seçmiş bir kadın değildi. Gerçekleri kendi ideolojimiz doğrultusunda çarpıtmayalım.

Üçüncüsü, Başbakan neden bizi başı örtülü olmanın iyi birşey olduğuna ikna etmeye çalışıyor? Ben nasıl onun karısına "niye açmıyorsun saçını başını" demeyi aklımın ucundan bile geçirmiyorsam, onun da ima yoluyla bile olsa, bana "biz seni zorlamıyoruz ama, aslında başını kapasan daha iyi olur, bak Atamız'ın eşi bile örtülüydü" demeye zerre kadar hakkı yok.

Başı açık kadın makbul, başı kapalı olan değil, başını açan kadın hatalı, kapatan haklı, filan falan. Hep aynı hikaye; bütün kamplarda aynı beste, yalnız güfteler farklı.

Yeni Cumhurbaşkanı bir seçilsin, dilekçe yazacağım kendisine: erkeklerin kadınların kılık-kıyafeti üstüne fikir yürütmelerini ve ayrıca kadınlara "bayan" demelerini yasaklayan bir kararname çıkartılsın!

Tuesday, August 07, 2007

Cumhurbaşkanı kim olsun?

Just for the record, ben buraya fikrimi yazayım da, sonradan
Ya birgün olur sana bel kıvırırsa...
Binlerce dansöz var 
durumu olmasın.

Ben Abdullah Gül'ün Türkiye Cumhuriyeti'nin onbirinci Başkanı olmasını istiyorum. İyi bir devlet ve cumhur başkanı olacağı kanaatindeyim. Karısı başını bağlamış bağlamamış, beni bir quark kadar bile ilgilendirmiyor. Abdullah Gül'ün benim ve benim gibilerin başını örtmeye çalışacağına inanmak için de insanın ya kötü niyetli, ya da ileri derecede paranoyak olması gerektiğini düşünüyorum.
Arz ederim.

Tuesday, July 24, 2007

Herkesle uzlaşılır mı?

“Uzlaşma”yı da doğru kullanmak ve değerlendirmek gerekiyor. Seçimlerin hemen ardından, Türkiye’nin “kutuplaştırılması”nda rol almış çevrelerden, vakit geçirmeden, “Şimdi sıra Tayyip Erdoğan’ın uzlaşmacı olması”nda çağrıları yükseldi.

Kimle, ne üzerinde, neden?

Türkiye’de halk sözünü söyledi. Şimdi sıra, herkes için “halkın tercihi” ile “uzlaşma”ya geldi. Seçim sonuçlarını beğenmiyorsanız, kendinizi değiştirmek zorundasınız. Halkımız bu. Bu halkı “soykırım”la ortadan kaldırıp, yerine, “eski elit”in damak tadına uyacak yeni bir halk “ithal etmek” söz konusu olmadığına göre, kendinizi değiştireceksiniz.

“Aman zafer sarhoşluğuna kapılmayın” uyarısıyla, “aman şimdi uzlaşın” çağrısıyla “sandıkta kaybettiği”nizi geri almaya kalkışmayın. Alamazsınız. Kaybettiniz. Zaman, niçin kaybettiğinizi tahlil edip, kendinizi değiştirme zamanı. Zamanı böyle kullanın.

Cengiz Çandar, Referans, 24 Temmuz 2007

Benim hiç umudum yok öyle yapacaklarından ya, neyse. Aslında tabii Cengiz Çandar da biliyor bir takım malum şahısların ve malum çevrelerin bu laflara kulaklarını tıkayıp, bildikleri çıkmaz sokaklardan şaşmayacaklarını. Ama o benim gibi değil; o Türkiye'den umut kesmiyor.

Sunday, July 22, 2007

Seçim sonuçları

Hoh hoh hoh. Bilen biliyor, gören görüyor, yazan yazıyordu: belliydi bunun böyle olacağı. Milletin oyunu "ona verme buna ver" demekle değiştiremezsiniz efendiler-hanımlar. Aha böyle ters teper işte yaptığınız zart zurt. Aynen 1954'de olduğu gibi. Ya da 1983 seçimlerinde, şimdilerde Marmaris'in Bastonlu-Sevimsiz-Yeteneksiz Ressamı olarak bilinen zatın televizyondan Özal aleyhine konuşup ANAP'a muhtemelen %10 filan oy kazandırması gibi.
Geçen seçimden aşağı yukarı %12 fazla oy aldı AK Parti, ki buna "the e-muhtıra effect" deniyor herhalde siyasi terminolojide. Hadi geçmiş olsun. (Seçimin öncesi muhtıraydı, bakalım sonrası da darbe mi olacak, göreceğiz artık.)

Baskın Oran'ın meclise girememesi ise onun değil, bizim kaybımız. Türkiye'nin kaybı.

Friday, July 20, 2007

Hıncal Uluç'un oyu

Hıncal Uluç oyunu MHP'ye vereceğini açıkladı ve elbette hiçbirimiz şaşırmadık. Gayet tutarlı bir seçim.

Fakat, Hıncal Uluç ayrıca diyor ki:

Gönül Baskın Oran'ın bir partinin lideri olmasını isterdi.
Bu ülkenin Baskın Oran'a oy verebileceğim günlere gelmesi en büyük dileğim...

Eö? Nasıl yani? Oyunu seve seve, içine sindire sindire gidip MHP'ye veren biri, Gündüz Aktan için

Radikal'deki yazılarının hemen hepsine imzamı atarım.

diyen biri, nasıl nasıl nasıl olur da Baskın Oranda haklı bulabilir? Gündüz Aktan'la Baskın Oran'ın anlaştığı, fikirlerinin örtüştüğü tek, ama bir tek konu var mı bu seçimde?

Hıncal Uluç birçok şey olabilir, ama asla aptal bir adam değil. Peki bu lafı neden ediyor? Burası Türkiye olduğu, böyle acayip laflar burada kolayca söylenebildiği, kimse de fazla şaşırmadığı veya saçını başını yolmadığı için mi? İnsanlar partilere tam da ne ifade ettiğini bilmeden oy attıkları için mi? Herkesin kafası ultra karışık olduğu için mi?

Bilmiyorum. Ama bildiğim birşey var: Hıncal Uluç Türkiye'ye çok uyan, çok yakışan bir adam. Zamanında Amerikalı eşi Holly Amerika'ya dönmek istediği zaman o gitmemiş, "ben burada 'somebody'yim, orada 'anybody' olurum" demiş, o yüzden de ayrılmışlar ya; çok iyi etmiş. Gerçekten haklı adam, kendisini ve ülkesini çok iyi tanıyor: asla Türkiye dışında bir yerde bu kadar önemli bir 'somebody' olamazdı.

Saturday, July 14, 2007

Bağımsız Adayları hafife almak

Neden müptelasıyız Perihan Mağden'in? İşte bunun için. Buyrun okuyun: Bağımsızların önemi
Demokrasiye ve insan haklarına, laf olsun Tansaş poşeti dolsun diye değil, gerçekten ve yürekten inananlarımız için bu seçimdeki en önemli isimler bağımsız adaylar. Al birini vur ötekine çıkmazından kurtulmanın, nefes alabilmenin, istemeye istemeye ayaklarımız geri geri giderek ehvenişer addettiğimiz partilere oy verme sıkıntısını aşabilmenin yolu, bağımsızları desteklemek.

Baskın Oran: Istanbul 2. Bölge Bağımsız Sol Aday

Ufuk Uras: Istanbul 1. Bölge Bağımsız Sol Aday

Tuesday, July 10, 2007

Team İclal

Hani Brad Pitt Jennifer Aniston'ı terkedip, pörtlek dudak Angelina "I Was Born To Be A Mom" Jolie'ye gittiği zaman Team Aniston diye bir fenomen türemişti ya, şimdi de aynı durum İclal Aydın için geçerli galiba. Bugünkü yazısını okudum (niyeyse, ben de bilmiyorum), sonra da mazohistin teki olduğum için okurların yourumlarına göz attım. Allah Allah, millet işi gücü bırakmış, Tuna mı haklı İclal mi diye birbirine giriyor. Hiç tanımadıkları bir çiftin boşanması yüzünden kanlı bıçaklı olmak üzereler.

Ben Vatan'ın sitesine her gün Ruhat Mengi ne yazmış diye bakmak için giriyorum. Gerçi her seferinde tansiyonum çıkıyor ama olsun; milliyetçi-modernist medyamızın mühim mensubu Mengi (kısaca 6M) ne diyor, bakmak lazım. Kendisi bir nevi basın Hülya Avşar'ı çünkü. Hülya Avşar nasıl "sen kim oluyorsun profesör parçası" diye elaleme resim sergilerinde tek dalıyorsa, Ruhat Mengi de kendinden gayet emin, tarih ve politika konularında Murat Belge'ye, Halil Berktay'a filan bulaşıyor. Cesaret ve özgüven iyi şeyler tabii. Yalnız keşke hep yanlış kişilerde bulunmasalardı.

İşte neyse, bazen bu muhterem hanımefendinin yazısından başımı aldığımda, Tuğçe Baran, İclal Aydın, Tuna Kiremitçi, Selahattin Duman gibi daha "light" takılan diğer Vatanperver köşe kadılarına da bakıyorum. (Tansiyonum düşsün diye herhalde. Ya da tansiyonum çıkmış olduğundan, ne yaptığımı bilmediğim için. İdare edin artık.) Fakat nasıl da emin yorumcu okurları, kimin haklı kimin haksız olduğundan. İclal Hanım ve Tuna Bey evliyken bunlar duvarda sinek miymiş neymiş, bilmiyorum ki. Bu iki insanın mahremi konusunda hepsinin bir fikri var. Pek hoş.

İlhan Selçuk

Cumhuriyet'i ciddye almaktan vazgeçeli yirmi, okumayı bırakalı onbeş yıl oldu. Ama yine de insan İlhan Selçuk'un düştüğü hale üzülüyor biraz. Okay Gönensin de üzülmüş gibi görünüyor (İlhan Selçuk ve MHP), Cengiz Çandar'sa aşmış bunları (22 Temmuz’a doğru “manzara-yı umumiye”...). Rahmetli Uğur Mumcu'nun kemikleri sızlıyor mudur acaba?

1925 doğumluymuş. Ecevit gibi, o da bir türlü emekli olamayıp kendini rezil kepaze edenlerden. "Bozkurt İlhan" ha... hey gidi hey, demek bu günleri de görecekmişiz. Bundan öte köy yok artık. Yazık: bunamadan gitmesini bilmiyor insanlar.

Aslında bir de şu var tabii: bu adam Nadir Nadi'nin sağ kolu, biricik dostu, manevi oğlu filan falan değil miydi? Nadir Nadi de Nazi-sever bir değerli basın patronu olarak zihinlere kazınmamış mıdır? Eh, o zaman niye şaşırıyoruz: Nazileri beğenen, MHP'yi elbette içine sindirir. Hayırlı olsun, Allah tamamına erdirsin.

Monday, July 09, 2007

Hangi köşe, hangi gazete

Bu blogu okuyan bir arkadaşım e-mail atmış, diyor ki:

Engin Ardıç'ı öveceğim diye Akşam denen ucubik gazetenin reklamını yapıyorsun. O gazetede Güler Kömürcü de yazıyor, farkında mısın? Kömürcü'yü unuttuysan Nur Çintay'ın şu yazısına bir bak.

Unutmadım. Nur Çintay'ın o yazısını da okumuş ve Güler Kömürcü'nün hali pür melaline yeniden hem acımış hem gülmüştüm zaten. Ama ben Kömürcü'yü okumuyorum. Söylediği hiçbir şeye katılmadığım ve inanmadığım için değil (o elde bir zaten), kötü yazdığı için.

Akşam'da Sedat Peker'in kankası (daha doğrusu groupie'si) olan bir yazar, imlası bozuk, tarzı düşük kötü yazılar yazıyor diye benim Engin Ardıç'ı okumaktan vazgeçmem hiç mantıklı gelmiyor, kusura bakmayın. Ardıç'ın her dediğini beğeniyor muyum; tabii ki hayır. Ben adamın klonu olmadığıma göre, elbette katılmadığım sözleri, üslubunu beğenmediğim yazıları var. Ama genelde iyi bir yazar; Akşam'da yazıyorsa ne yapayım yani? Yarın öbür gün belki Radikal'e geçer, oradan okuruz. Oraya çok daha fazla yakışır aslında... herhalde.

Radikal de ayrı bir mesele. Orada da yakın zamana kadar Gündüz Aktan yazıyordu, aba altından sopa gösteren üslubu, Güler Kömürcü'yü hiç aratmayan görüşleriyle. MHP'den aday olup gazeteden ayrıldı da, derin bir nefes aldık. Sonra Hasan Celal Güzel var Radikal'de, malumunuz. No comment. Bir zamanlar Mine Kırıkkanat vardı. (Ona yes comment, hem de ne biçim comment, ama hakarete girer, yazamam.) Ama bir yandan da Murat Belge, Perihan Mağden, Yıldırım Türker, İsmet Berkan, Ayça Şen var. Piyale Madra'nın güzelim çizgileri var. Her yazarını beğenmiyorum diye Radikal'den vaz mı geçeyim şimdi?

Monday, July 02, 2007

Bugün 2 Temmuz

Bugün Sıvas Katliamı'nın yıldönümü.

Ve bugün Istanbul'da, Hrant Dink'i göz göre göre katledenlerin davası başladı. Sanık avukatlarından biri, Dink ailesine destek olmak için gelenlere "Hepiniz Ermenisiniz" diye bağırmış. Şaşırdınız mı?

"Dinsizsin, Yahudisin, Alevisin, Ermenisin, Katoliksin, Ortodokssun, misyonersin, Kürtsün, komünistsin, eşcinselsin"... bütün bunlar "yani öldürülmelisin" anlamına gelir "onların" dilinde. "Bu topraklar sen ve senin gbilerden temizlenmeli" anlamına gelir.

Hani şimdi sosyal bilimlerde "öteki" söylemi çok moda ya, "ötekileştirmek", "x as the other" filan dedin mi iş bitiyor; işte ben bu insanları "ötekileştiriyorum" kardeşim. Ben bunlarla aynı dili konuşmuyorum; aynı şeylere inanmıyor, aynı şeylere değer vermiyor, asla ve asla aynı şeylere üzülmüyor, sevinmiyor ve öfkelenmiyorum. Aslında bazı uzaylılarla bile bunlardan daha fazla ortak paydam olabileceği kanaatindeyim.

Geçen gün Simon Sheppard adlı Britanyalının bir yayınına bakarken de aynı şeyleri hissettim. Fuat Turgut bu adamı muhtemelen "pis gavur" diye aşağılar, Sheppard da herhalde Fuat Turgut'a "pis Türk" diye yukardan bakar, ama aslında ne çok ortak noktaları var.

Saturday, June 30, 2007

Baskın Oran ve "steril unsurlar"

Baskın Oran: Istanbul 2. Bölge Bağımsız Sol Aday

Ahmet Hakan Coşkun,

Burası İsveç ya da Norveç olmadığına göre...

Baskın Oran'a oy vermeyecekmiş. İyi, vermesin. Ama tabii bunu ilan etmek yetmiyor; bir de Baskın Oran'ın adaylığını ciddiye alanları aşağılamak gerekiyor ki, racon çizilmesin.

Bir takım alakasız kişi, kurum ve yer adlarını birbiri ardına sıralayarak hepsini

steril unsurlar

ilan ediyor ve aklınca zeki-cinlik yapıyor Ahmet Bey.

Bu saydığı isimlerin arasında Bilgi Üniversitesi de var ki, bu benim bir zamanlar (üç yıl) çalışmaktan son derece zevk aldığım ve gurur duyduğum bir kurumdur. Şu anda bu üniversiteyle en ufak bir maddi bağım olmadığı ve Türkiye'de yaşamadığıma göre muhtemelen gelecekte de olmayacağı için (manevi bağ derseniz, o her zaman olacak), gönül rahatlığıyla söylüyorum: Istanbul Bilgi Üniversitesi, Ahmet Hakan'ın "steril" diye sözümona dalga geçtiği o bildiği özel üniversitelerden değildir. Bilgi'nin Kuştepe için, Dolapdere için, ve şimdi de Silahtarağa için ne ifade ettiğini merak eden sorar, araştırır, öğrenir.

Ne kadar kolay oturduğu yerden ona buna burun bükmek. Hele Türkiye'de.

Thursday, June 21, 2007

Olmayan şeylerin olan ödülleri

Engin Ardıç Akşam'da diyor ki:
Çocuğu olmayan Bülent Ecevit, yani o hanımın kocası, babalar
gününde, mezarı başında anılmış. Birkaç yıl önce, çocuğu olmayan Pınar Altuğ da “yılın annesi” seçilmişti.
O da birşey mi Engin Bey? Bu ülkenin Bilmem Ne Üniversitesi (hadi peki, adını da yazayım, Istanbul Üniversitesi), hayatında hiç roman yazmamış İclal Aydın'a "yılın romancısı" ödülü vermişti zamanında. Bülent Bey "baba", Pınar Hanım "anne" olarak anılmışlar çok mu?

O değil de, ben ne zaman yılın kimyageri seçileceğim, onu merak ediyorum. Lisedeyken kimya dersini çok severdim de, o bakımdan. (Ama fizikten nefret ederdim, aman lütfen beni yüzyılın Türk fizikçisi filan seçmeyiniz.)

Laz fıkrası gibi memleket, babasını satayım.

Saturday, June 09, 2007

Yahudi, Ermeni, Rum... bunlar hakaretamiz kelimeler midir?

"Sezer, paketi art niyetli bekletiyor, millete gidilmesini istemiyor"

Yukardaki habere göre Başbakan Tayyip Erdoğan şöyle demiş:
Geldik, birçok iftiralar atacaklar, kitaplar yazacaklar. Gazete köşelerinden saldıracaklar, vuracaklar, eşime, çocuklarıma... Benimle ilgili kitaplar yazılıyor, Yahudi deniyor Rum deniyor. Kimisi Musa'nın çocuğu diyor. Arkadaşım Abdullah Bey için Musa'nın gülü deniyor. Bunu hangi edebe, hangi adaba, hangi kaleme sığdırabilirsiniz? Ben bu ülkenin evladıyım, bu ülkenin çocuğuyum ve Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının verdiği 14 milyon oyla biz bu ülkede iktidarız. Beni kimse kalkıp da olduğumdan farklı bir şekilde gösteremez. Milletvekili olma yeterliliğine sahip bir vatan evladına herhangi bir etik açıdan sınırları zorlayan, sınırları aşan tipler bizi gölgeleyemez, bize çamur atamaz.
Türkiye'nin başbakanı böyle mi cevap vermeli kendisine yapılan bu saldırılara? Evet, bu kitapları /yazıları yazanlar ırkçı, antisemitik, cahil, tıynetsiz, paranoyak, seviyesiz adamlar. Yahudi- Rum- Ermeni sıfatlarını hakaret olarak kullanacak kadar zavallılar. Ama bunlara karşı kendini savunmanın yolu bu mudur? Bütün Türkiye'nin; yalnız Türkiye'deki Müslümanların değil, Hristiyanların ve Musevilerin ve politeistlerin ve dinsizlerin de başbakanı olan Tayyip Erdoğan, bunlara cevaben "bana Yahudi çocuğu demek edebe adaba aykırıdır, ben bu ülkenin evladıyım" mı demelidir?

Türk kavimleri daha Orta Asya'dayken bu topraklarda Ermeniler, Rumlar yaşardı. 1492'den beri Istanbul'da Museviler yaşıyor. Tayyip Bey "bu ülkenin evladı" da, onlar değil mi? Bu nasıl bir mantıktır? Neden bu ırkçılara karşı kendimi savunayım derken onların seviyesine iniyor?

Bir zamanlar Tansu Çiller'in içişleri bakanı olan Meral Akşener (şimdi MHP üyesi), aklınca Abdullah Öcalan'a hakaret edeceğim diye "Ermeni dölü" demişti de dudağımız uçuklamıştı. AK Parti'nin Çiller'in DYP'sinden, Akşener'in MHP'sinden hiç farkı yok mu?

"Bize çamur atamazlar" diyor Başbakan, ama bu ırkçı çamur, verdiği bu düşüncesizce cevap yüzünden ona da bulaşmadı mı şimdi?

Sunday, May 06, 2007

At Avrat Silah

Tandoğan mitinginde çekilmiş bu resmi Hürriyet'in web sitesinde gördüğümden beri, Türk "avrat"ının at ve silah tutkusuyla ilgili karmaşık düşünceler içindeyim.

Nedir bu Türk “avrat”larının at ve silah saplantısı? Türk erkeğinin değer verdiği farzedilen üçgenin bir köşesi, görülen o ki diğer iki köşeye şiddetli bir muhabbet beslemekte. Neden?! Neden Türk kadını at binen ve silah kuşanan erkeklere düşkün?

Başbakanın bu fotografını ilk gördüğümde çok komik bulmuştum, itiraf ederim. Koskoca adam, koca başbakan, yaşına başına bakmadan at binmeye kalkmış ve tam anlamıyla kıç üstü oturmuş. Evet, komik.

Ama bu fotografı (ki zamanında ona buna e-mail’le göndermiş ve birkaç alaycı söz de eklemiştim) bu boya sarışını, uzun tırnaklı mitingci hanımefendinin muhterem ellerinde gördüğümde şok geçirdim. “Ata Öyle Değil, Böyle Binilir” diyordu pankartta fotografa eşlik eden yazı. Recep Tayyip Erdoğan’ın attan düşerken çekilmiş fotografı, Mustafa Kemal Atatürk’ün Sakarya adlı atı üzerinde resmedilmiş muzaffer portresiyle bir "compare-contrast" ilişkisi içindeydi. (Ki bilen bilir, bu atı Mustafa Kemal evlenmeden önce Latife Hanım’a hediye etmiştir.)

E, nasıl yani? At binmeyi, silah kullanmayı bilmeyen, üniforma giymeyen bir “er kişi” Çankaya’ya yakışmıyor mu? Bu mudur söylenen? Yani kısaca, "emekli general değilsen Çankaya'nın yamacına bile yaklaşma" mı deniyor?

Pes.

Keşke ben de Kemalist Dininin bir mensubu olsaydım. Her daim vesayet altında bir çocuk gibi yaşasaydım.

O zaman Anıtkabir'in mermerlerine başımı dayar, bi yandan mermerleri öperken iki yandan "Çok yalnızım Atam!" derdim. Mozoleden ses gelirdi: "Yalnız değilsin! Kendini benim vekilim telakki eden Büyükanıt paşan, kendini benim partimin başı kabul eden Baykal amcan, senin gibi hissseden yüz binlerce demokrasi özürlü kardeşin var."

Bu cevap üstüne ben de hemen deseni ay yıldızdan oluşan dekolte/streç bir tişört edinir, bayrak temalı kepim, 'de' ve 'da'ların ille de ayrı yazılamadığı pankartlarımla Çağlayan'a akardım.

"Yalnız değilmişim Atam; dekolte tişörtümü beğendiniz mi?"

Perihan Mağden, Radikal, 5 Mayıs 2007

Hem Kemalist, Hem Candan Hem Er Hem Çetin

Candan Erçetin'i sever misiniz? Ben çok severim. Kocam da hastasıdır, ayıptır söylemesi. Eğer bir gün terkedilirsem bunun ya Candan Erçetin ya da Catherine Zeta Jones uğruna olmasını bekliyorum. Üstelik Bruce Bey'in Türkçe öğrenme hırsının, benim sayıklama ve abuklamalarımı anlamaktan çok, Candan Erçetin'in şarkı sözlerini hissedebilmek için olduğuna dair kuvvetli şüphelerim var. (insert smiley winky thingy here!)


Güzel kadın. Yetenekli, hırslı, çalışkan, zeki, başarılı bir kadın. Daha ne olsun, değil mi? Peki o çok özenli, çok düzenli, o güzelim web sitesindeki pek bir "güncel" açılış sayfası ne oluyor? Ne gerek var böyle ucuz "ulusalcı" numaralara?

Umarım web sitesini düzenleyenlerle Candan Erçetin aynı fikirde, yani aynı sığlıkta değildir.

Vatandaş: AK Parti'den Korkma, her türlü Ucuz Siyasetten Kork!

Saturday, May 05, 2007

Thomas Jay Fallow Refakatçi'ye karşı

Frasier hastaları hatırlar: dizinin Slow Tango in South Seattle bölümünde, Thomas Jay Fallow adlı bir karakter vardır. John O'Hurley'in canlandırdığı bu romancı, gerçek hayatta The Bridges of Madison County adlı garabeti yazmış olan Robert James Waller namındaki best seller yazarının bir parodisidir.

Bu Robert James Waller (ve dolayısıyla Frasier karakteri Thomas Jay Fallow) bir Amerikan Tuna Kiremitçi'sidir denebilir. Aynen o tür pek hisli romanlar yazar, edebiyat zevki pek fazla gelişmemiş az eğitimli tatminsiz kadınların gönlüne taht kurar. İyi, güzel. Kimsenin buna bir itirazı yok: birilerinin bu işi yapması lazım.

Ama benim anlamadığım şu: nasıl oluyor da Tuna Kiremitçi AKA Thomas Jay Fallow, kendisini Perihan Mağden gibi bir yazarla kıyaslayabiliyor? Bu nasıl, ne derece, ne çeşit bir kendini ve sınırlarını ve yeteneklerini ve oynadığı ligi bilmezlik durumudur?

Tuna Kiremitçi özel hayatıyla ilgili bir takım tatsız ve can sıkıcı ayrıntılarla gündeme gelmiş, Perihan Mağden de her zamanki sivri-zeki alaycılığıyla bunu diline dolamış. Tuna Bey elbette "ayıp denen birşey var; sana ne benim evlenmemden boşanmamdan, yazacak başka şey bulamadın mı bu memlekette?" filan diyebilir; Perihan Mağden'e "hain, acımasız, dedikodu düşkünü, magazin bağımlısı" diye hakaret edebilir. Çünkü bunları söylerse üç aşağı beş yukarı doğru söylemiş ve kendisini durup dururken gülünç duruma düşürmemiş olur.

Ama "sen benim kadar çok satan bir yazar değilsin de o yüzden beni kıskanıyorsun da o yüzden bunları yazdın" demek ne oluyor? Robert James Waller, Hilary Mantel'e veya Lionel Shriver'a böyle tuhaf şeyler söylüyor mu mesela?
(...) şunu bil ki senin gibilerin yarattığı enkazı temizlemeye çalışıyoruz hâlâ.
Senin gibiler yüzünden kitaba küsen insanları yeniden kazanmaya çalışıyoruz.
Hasbinallah. Tuna Kiremitçi sahiden ciddi mi bunları söylerken? Ve bizim kendisini ciddiye almamızı mı bekliyor? ... Ne kadar acayip.

Friday, May 04, 2007